Son güncellenme :27.11.2024 02:45

Güncel > Çaldır ve Kazan Politikası*

10.02.2014

Devlet malının eş dosta peşkeş çekilmesi, çalınması, yolsuzluk ve rüşvet gibi yüz kızartıcı suçlar ile adeletsizlik, en eski uygarlıklardan günümüze kadar tarihin her döneminde karşımıza çıkabilir. Bunların bir rejim ya da din-iman meselesi olmadığı da bilinmeyen değildir. Hem monarşilerde hem de oligarşilerde yolsuzluk ve rüşvet vardı. Siyasal yönetim biçimi teokratik ya da cumhuriyet olan devletlerde de vardı. Yine tarihin her uygarlığında rüşvetçilere karşı açık ya da örtülü tepkiler oldu, eleştiriler yöneltildi. Adaletsizliğe tepkilerin hükümdarlar ya da üst düzey devlet adamlarının şahsında tebarüz etmesi ise onların tarihe birer kahraman ya da çok örnek bir şahsiyet olarak mal olmalarını sağladı. Fakat bizi çoğu kez şaşırtan, halkın ekseriyetinin devlet malının halka ait olduğu düşüncesine yabancı olması durumudur. Özellikle doğunun sıradan halklarının nazarında bu tür suçların failleri ya da failleri himaye edenler, camiden ayakkabı çalan ya da yankesicilik yapan bir hırsız gibi aşağılanmayabilir. Bu nedenledir ki kamu malını halk adına adil yönetmekle yükümlü olan iktidarlar, kamu malının yolsuzluk ve rüşvet gibi yollarla istismar edilmesini yüz kızartıcı bir suç olarak içselleştirmeyebiliyor. Bunun nedeninin monarşizminin halka benimsetmiş olduğu algıyla ilgili olabileceği düşünülebilir. Zira monarşilerde halka empoze edilmiş olan devlet yönetimi algısı, “devleti yönetmek, yalnızca hükümdarların ve onların ailelerinin imtiyazıdır” algısıdır. Bu algıya göre monarşilerde kamu malı demek hükümdar demektir. Halbu ki tarihte bildiğimiz ilk “Cumhuriyet” rejimini kuran Romalılar, günümüzden takriben 2500 yıl önce devleti yönetmek işinin bir kişinin ya da bir ailenin ayrıcalığı olamayacağını ve devleti yönetmek işinin halkın işi olduğunu düşünmüşler, krallarını kovduktan sonra kurdukları devletlerinin adına ve rejimlerine de bu nedenle Res Publica, yani Halkın İşi adını vermişlerdi. Bizim dilimizdeki “Cumhuriyet” kelimesinin karşılığı olan İngilizce’deki “Republic” sözcücüğünün kaynağının Res Publica olmasından da anlaşılacağı üzere batı demokrasi, binlerce yıl önce Roma’da ortaya çıkan bu anlayışın mirascısıdır. Bu nedenle Batı demokrasilerinde devleti yönetenlerle ilgili bir yolsuzluk ve rüşvet iddiası söz konusu olduğunda duygusal tepki verilmez. Siyasal iktidarlar da “mağduriyet” politikasıyla halkın duygularına hitap etmezler, haklarında ortaya atılan suçlamaların iktidar baskısı söz konusu olmadan aklanmalarını sağlayacak adli sürecin işlemesini sağlamak için istifa edip, sahip oldukları makam ve mevkileri terk ederler ya da etmek zorunda kalırlar.

Binlerce yıl monarşiyle yönetilen doğu toplumlarında ve siyasetinde böylesi bir siyaset ahlakı anlaşılan kolay yerleşmiyor. Osmanlı İmparatorluğu’nun belli dönemlerinde rüşvet ve yolsuzluğun devletin bütün işlerine sirayet edebilmiş olmasının nedeni de bu olsa gerektir. Rüşvetin boyutunun devleti saracak kadar büyük olduğu dönemlerden birisi, Sultan İbrahim (1640-1648) dönemiydi. Rüşvetler karşısında hem şeri hukukun hem de örf hukukunun önemini yitimiş olduğu bu döneme 17. Yüzyıl başlarından itaberen gelinmişti. Zira Henry Lello adlı bir İngiliz elçisinin Osmanlı İmparatorluğuna dair olan “rüşvet, devletin her işine egemen olmuş…” diyerek aktardığı gözlemi, Sultan İbrahim’in tahta çıkışından 33 yıl öncesine aitti. Sultan İbrahim dönemi ve öncesindeki bu büyük kamu hırsızlığı, Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşüne kadar azalarak ya da artarak devam etti. Rüşvete karşı duran üst düzey dürüst devlet adamaları, sürgüne gönderilerek itibarsızlaştırıldı. Şeyhülislamlar bile rüşvet ve yolsuzluk gibi yüz kızartıcı suç olan kamu hırsızlığına karşı, eğer ricacı ve şefaatçı çarkın içinde olmadılarsa, azil korkusu nedeniyle tepkisiz kaldılar. Nitekim Şeyhülislam Ömer Hulusi Efendi’nin rica ve şefaatla iş görmeyen dürüst bir zat olması dolayısıyla 1803 yılında azledildiği bilinmektedir.

Rüşvet ve yosuzluğun en yoğun yaşandığı bir dönem de  Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküş dönemi Padişahlarından olan II. Abdülhamit’in (1876-1909) dönemidir. Bu dönem de kamu malının yolsuzluk ve rüşvet gibi yollarla istismar edilmesinin devleti sarmasına zamanın kimi şairleri dışında sessiz kalınmış olması, kamu hırsızlığını hem iktidarların hem de halkın yüz kızartıcı bir suç olarak görüp içselleştirmemiş olduğunun örneğidir. II. Abdulhamit’in “ulu hakanlığı” bu nedenle tarihçilerimizin hep ilgi odağı olduğu halde onun rüşvet ve yolsuzluklar karşısındaki tutumuna aynı derecede odaklanılmamıştır. Dahası II. Abdülhamit, konumuz bakımından (şimdiki siyasal iktidarın çok sevdiği kelimeyle) “manidar” denilecek şekilde, ölümünün üzerinden takriben bir asır geçmiş olmasına rağmen, bir üniversitemiz tarafından “doktora” payesi verilerek onurlandırılmıştır. Halbu ki onun döneminde yolsuzluk ve rüşvet, yalnızca imparatorluğu saran bir olumsuzluk değildir. Daha kötüsüdür. Çünkü II. Abdülhamit, yolsuzluk ve rüşveti, iktidarını güçlendirecek siyasi bir araç olarak kullanmıştır ki onun bu siyaseti, tarihe “çaldır ve kazan politikası” olarak mal olmuştur. .

II. Abdülhamit, “çaldır ve kazan” politikasını, iktidarını tehlikede olduğunu görmeye başlaması üzerine uyguladı. Basına sansür uyguladı, muhalifleri susturmak için her türlü baskıyı bir çare olarak gördü. Cezalandırma yöntemlerine başvurdu. Bir “hafiye” teşkilatı kurarak kendisini olup biten her şeyden haberdar eden jurnalcilere sahip oldu. Onun sansür ve baskısından korkanların kimileri ülke dışına kaçtılar. Prens Sabahattin’e bağlı olarak kurulan Jön Türkler bu nedenle ülkeden kaçanlardandı. II. Abdülhamit, yurt dışına kaçan Jön Türklerin kimilerinin ülkeye dönmelerini onlara rüşvet vererek sağladı. Muhalif olabileceğini düşündüğü Arap uleması ve şeyhleriyle aşiretlerine karşı da “rüşveti” bir siyasi araç olarak kullandı. Arap ulema ve şeyhlerinin sadakatini onları maaşa bağlayarak garanti ederken, kimi aşiretlerin sadakatini aşiretlerin liderlerini “Paşa” yaparak sağlama aldı. Yolsuzluk ve rüşvetle iştigal eden devletin üst düzeydeki yöneticilerini himaye ederek, yüz kızartıcı olan bu suçları teşvik etti. Yolsuzluk ve rüşvete karşı müsamaha göstermeyen devlet yöneticileri ise uyduruk bahanelerle uzak vilayetlere sürgün edildi. Tüm bunlardan da anlaşılacağı üzere zamanın şairlerinden Tevfik Fikret’in (1867-1915) şu dizlerini de içeren “Han-ı Yağma” şiiri nedensiz yazılmamıştı:

Verir zavallı memleket, verir ne varsa, malını

vücudunu, hayatını, ümidini, hayalini

Bütün ferağ-ı halini, olanca şevki balini

Hemen yutun düşünmeyin haramını, helalini…

Yiyin efendiler yiyin, bu han-ı iştiha sizin

Doyunca, tıksırınca, çatlayıncaya kadar yiyin.

 

*Bu köşe yazısı, Ekonomik-Çözüm Gazete’sinde (31 Ocak-6 Şubat 2014) yayınlanmıştır.